Hindistan ile Pakistan arasındaki çatışmalı tarih, yalnızca iki ülkenin sınırlarını değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel dengeleri de ilgilendiren bir mesele olmaya devam ediyor. Özellikle Keşmir üzerinden süregelen bu yarım asırlık anlaşmazlık, zaman zaman diplomasi yoluyla dengelenmiş olsa da, son dönemlerde artan karşılıklı tehditler ve askeri hamleler nedeniyle yeniden alarm verici bir noktaya ulaşmış durumda. Ancak yüzeyin altına indiğimizde, bu gerginliğin yalnızca tarihsel bir mesele değil; dikkatlice kurgulanmış politik bir mühendisliğin ürünü olduğunu görmek zor değil.
Son aylarda Hindistan’ın yaptığı ani çıkışlar, Pakistan kontrolündeki Keşmir bölgelerinde haber vermeden düzenlediği operasyonlar ve hatta Pakistan’ın iç şehirlerine yönelik saldırı planları, yalnızca birer misilleme değil; daha derin bir stratejinin parçası gibi görünüyor. Bu strateji, Ortadoğu’da defalarca test edilmiş klasik bir planı andırıyor: Önce bir tehdit yarat, ardından bu tehdide karşı “zorunlu” savunma hakkını kullan ve nihayetinde bu hamleyi hem iç hem dış kamuoyuna haklı bir güvenlik refleksi olarak sun.
Hindistan’ın bu süreçte ABD ve İsrail gibi küresel aktörlerle yakınlaştığı açıkça görülüyor. Her iki ülke de Hindistan’ın askeri kapasitesini artırmasına doğrudan ya da dolaylı yollarla katkı sağlıyor. Özellikle istihbarat paylaşımı, teknoloji transferi ve siyasi destek bakımından bu ittifak dikkat çekici. Daha da ilginci, kriz derinleştikçe İngiltere başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinin de Hindistan’a destek vermeye başlaması. Bu gelişmeler, klasik bloklar arası ayrımların yeniden şekillendiğini ve Keşmir krizinin aslında çok daha geniş bir satranç tahtasının parçası olduğunu gösteriyor.
Öte yandan Pakistan, bu oyun içerisinde adım adım köşeye sıkıştırılmak isteniyor. Hindistan’ın agresif politikaları karşısında diplomatik dengeyi korumaya çalışsa da, ülke içindeki baskılar ve kamuoyunun beklentileri, daha sert adımlar atılmasını zorunlu kılabilir. Bu da bizleri en korkulan senaryoya, yani nükleer silahların telaffuzuna yaklaştırıyor.
Her iki ülkenin de nükleer silahlara sahip olduğu düşünüldüğünde, bu tehdit yalnızca diplomatik bir koz olmaktan çıkarak gerçek bir tehlikeye dönüşüyor. Ne yazık ki bu bölgede, nükleer bir çatışmanın ilk adımı yanlış hesaplanmış bir hamle ya da yanlış anlaşılmış bir saldırı olabilir. Özellikle sosyal medyanın ve dezenformasyonun yoğun olduğu günümüzde, küçük bir kıvılcım, büyük bir yangına dönüşebilir.
Bu noktada uluslararası toplumun görevi yalnızca taraflara itidal çağrısı yapmakla sınırlı kalmamalı; aynı zamanda tarafsız ve etkili bir arabuluculuk mekanizması da oluşturulmalıdır. Birleşmiş Milletler’in bu konuda daha aktif bir rol üstlenmesi, bölgeye özel barış elçileri göndermesi ve iki ülkenin meşru güvenlik kaygılarını gözeterek ortak bir çözüm araması kaçınılmaz hale gelmiştir.
Hindistan ve Pakistan arasındaki Keşmir anlaşmazlığı artık yalnızca bir sınır çatışması değil; küresel dengeleri tehdit eden stratejik bir sorun haline gelmiştir. Eğer bu siyasi mühendislik durdurulamazsa, Güney Asya’da çıkacak bir savaş, tüm dünyayı etkileyebilecek bir krize dönüşebilir. Bu krizin Çin sınırlarına yakın bir bölgede yaşanmasını isteyenler bile, olayların nereye evrileceğini öngöremezler ve büyük kayıplar yaşayabilirler.
Hayatta pek çok şeyi kaybedip yeniden kazanabiliriz; ancak aklını kaybedenlerin, yalnızca kendilerine değil, çevrelerine ve insanlığa da büyük zararlar vereceğini bugünden tahmin edebiliriz. Güney Asya halklarının sabrının sınırlarını kestirmek zor değil; gidişat ise maalesef o yönde ilerliyor.
